Sunday, December 16, 2018

ARAF



Otelin restoranında ardı ardına biralarımı yudumluyorum. Etrafım Bavyeralı Almanlar’la dolu. Ahşap tavan, ahşap masalar, soluk bir ışık. Bu küçük köyde yapacak hiç bir şey yok içmekten başka. Daha çok bira, daha çok bunaltı. Kafamı kaldırıyorum, hızlıca gözlerini kaçıran yereller. Köye gelen ve dillerini konuşmayan bu yabancıyı merak ediyor gibiler. Haklılar da, benim bunların arasında ne işim var ki? Ben bile merak ediyorum bunu. Tek kelime etmeden saatlerce oturuyorum son 3 gündür yaptığım gibi. Meraklı insanlar asla kim olduğumu öğrenemeyecek ya da belki bir gün öğrenirler, umrumda değiller. Hiç birisiyle konuşmuyorum zaten. İstesem de konuşamam ki, dillerini bilmiyorum. Bugün de kendimi daha çok tanıdığım o yalnız günlerden birisi olarak kalacak belli ki. Derken kilise çanı akşam 7:45’de vurmaya başlıyor. Bunaldım, dışarıya çıkıyorum. Sis çok kuvvetli, ışıklar solgun…Yürüyorum. 

Yarın buradaki ilk iş günüm. Fabrikanın tuttuğu pansiyona doğru yürüyorum. Heyecanlıyım ama daha çok yalnızım. Günlerdir öyle yalnızım ki 30 yılda tanıdığımın toplamından daha fazla tanıdım kendimi şu Almanya’ya geldiğim son 5 günde. Geride bıraktıklarımı hatırladığımda öfkeleniyorum. Ah ulan, değer miydi ailemi, memleketimi bırakıp buraya gelmeye. Razıydım az kazanmaya da açlıkla da olmuyor. Cep takvimimde 1975 Kasım’ının ilk pazartesisini işaretleyip uyuyorum.

Bir bağırış çağırış uyanıyorum sıçrayarak. Uçaktayım. Uluslararası uçuşlarda hep çok kaçırırım, derin uyumuşum. Toruna soruyorum:
‘’Was ist passiert?’’
‘’Dede şu adama garson bağırıyor, galiba Suriyeli’’
‘’Garson değil, hostes o’’

Dinliyorum biraz ses çıkarmadan. Adamcağızın belki de var sandığı Almancası aslında yok gibi. Kırık Almanca’lı esmer adamı harcarlar buralarda. Yardım etsem ama ağzımızın tadı da kaçacak şimdi. Torunu torbayı alıp memlekete tatile gidiyoruz. Elalemin kavgasında hakem olmak bize mi düşecek? 

‘’Dede adam anlatamıyor’’
‘’Anlatır anlatır Mehmet’’

Torun dikkatle olan biteni izlerken üzerimde reddetmeye çabaladığım bir gerilim var. Daha fazla reddetsem de büyür, sebebine odaklansam da büyür. Başka şeyler düşünmeli. Bu çocuklara da doğduklarından beri anlattık durduk adil olmak için mücadele etmelerini. Yaşadıkları yere faydalı olmalarını öğütledik, ne haksızlıklar gördüğümüzü, bu günlere nasıl geldiğimizin tatavasını yaptık durduk. Şimdi bir göçmen derdini anlatamıyor ve ben yerimden kalkmıyorum. Oysa orada üzerine gelinen, kendini anlatamayan, bakışlar üzerindeyken küçülen, kimse destek olamadığı için az sonra vazgeçecek adam son 35 yılımın ete kemiğe bürünmüş hali. Keşke kalkıp iki çift laf söylese de önce şu benim torun, sonra da ben biraz rahatlayabilsem. Ama nerede, yapamayacak, hay Allah. 

‘’Dede adamın koltuğunu değiştirecekler’’ 

Biraz kulak kabartıyorum. Gidip arabulmayı çok istiyorum. O adamla birlikte incinen benim de kişiliğim sonuçta. Şimdi şu konforlu hayatımız için nelerden vazgeçtiğimi aklıma getirmesi bu kavganın en çok canımı sıkan yanı. Görmezden gelmeye çalıştığı, kendi hayatı olunca insanın, becermesi de zor oluyor. 

Bir karar vermeliyim. Birinci sınıf uçak biletiyle memleketine tatile giden emekli miyim, yoksa yıllarca karısından uzak, kimsenin inmediği madenlerde çalışan emekçi miyim? Çocuklarım büyürken yüzlerce kilometre uzakta, dünyanın dibinde, fener ışığında fotoğraflarina bakmış bir adamım. Sevdiklerimle geçecek yıllar, kömür tozuyla kayboldu gitti. Elbette ben de herkes gibi sahip olduklarımdan çok vazgeçtiklerim ve kaybettiklerimim.

Ayağa kalkıp kavganın olduğu yere doğru yürürken, torunumun yüzünde bir rahatlama görüyorum. Kendisine anlatılanlarla, gerçeğin örtüşmesinin verdiği rahatlamadan mı kaynaklı yoksa hakikaten bir gurur mu kestiremiyorum. Bağırış çağırışın olduğu yere vardığımda ‘’Entschuldigung’’ diyerek kalabalığı yarıyorum ve kendimi tuvalete kapatıyorum. Benim bu 35 yıldır beraber yaşadığım ve sadece onlar gibi olmayı taklit edebildiğim yabancıların arasında ne işim var ki? Sonu da başı gibi hep vazgeçiş…








Tuesday, October 16, 2018

ARZULARIMDAN KORU TANRIM

Üniversite yıllarında Batı ülkelerinden birinde yaşamayı çok istemiştim. Mezuniyet sonrası oluşan iş imkanlarına rağmen henüz burs bile ayarlayamadan İtalya'ya bu yüzden gittim. Gel zaman git zaman, 3 yıl geçiverdi. Batı tamamen içselleşmiş, ahlaksızlığıyla olsun, ahlakıyla olsun bir parçası oluvermiştim. Yaya geçidi, tez hocamın benden hediye kabul edememesi, çöp ayırma zorunluluğu gibi hayat yükleri, genç yaşımda bir bir omuzlarıma yüklendi. Avrupa'nın öğrenci ortamında tam bir Batı doygunluğu oluştu ki bunlar Akdeniz'de oldu. Sonra daha da ağırlaştı tablo. Kısmen rüzgar, kısmen kararlarım neticesinde Norveç yolu açıldı. Batı demiştik ama bu kadar dememiştik. Yağmurlu kısa günler, kötü yemekler, soğuk kışlar, lüksten uzak ahşaplar ve ortalama geliri on binlerce Dolar olan varoluşunu tamamlamış insanlar. Bu batakhaneden sıyrılıp kendi kaotik, stabliteden uzak, hayat ve risk dolu, sigara kokulu imparatorluğumu kurmaya karar verdim.

İşte bu evreye tekabül eder Norveç'te ev arkadaşı olarak Libyalı Ahmed ve İranlı Milad'ı ev arkadaşım olarak seçişim. Akşam yemeğinden sonra Ahmed'in elinde çayla gelişinin ruhumda yarattığı uyanış bugün bile canlı bir hatıradır dimağımda. 

Hayat bu ya, yıllar sonra bir kez daha Libya çöllerindeki kampımızda karşılaştık Ahmed'le. Orada da oturup hayvan gibi Norveç'i özlerdik. Gökten bir bira yağsa da leğene doldursak diye çok düşündük ama orada da lanet çaydan başka bir şey yoktu ve demliğine şeker doldurulmuş naneli Libya çayının ruhumda yarattığı tahribat bugün bile bendedir. 

Sonra kamptan farklı petrol kuyularına gittiğimiz bir gün, ülkede artan can güvenliği nedeniyle acilen kampa dönüşüm, bir valizlik hayatımı sırtıma alıp vedalaşamadan ayrılışım. Bu tam 4 yıl önceydi sanırım. Ben ayrıldıktan sonra Libya badireler atlatmaya devam etti. Bazen Doğu'lulara dayatılan mecburi şükürlerle dolu Facebook yazışmalarıyla birbirimizin nasıl olduğunu takip ettik ama o kadar. 

Ben sonra biraz daha turlayıp İstanbul'a geldim. Bir baktım ki ilk yürüyüşümde dünyanın çok az caddesinde yürümekten aldığım o coşkulu hazzı aldığım Beyoğlu bitmiş, arada sırada ihtiyar dedelerin eline aldığı nargile şehri fokurdatmakta, çorapsız ayakkabı ve kirli sakal sinsi bir hastalık gibi yayılmakta ve daha fenası buna koca göbekler eşlik etmekte, ecdat yadigarı rakı yerini 14 katlı bal damlayan kadayıf abidelerine bırakmakta, sahiller mangal dumanıyla sis farı yaktırmakta...Ben yine anında başa döndüm ve Avrupa'yı özledim ama ne çare. Her gün, soğuğuna ve yağmuruna sövdüğüm Norveç ve onun mesafeli hayatları artık çok uzaklardaydı. Tanrı herkesi arzuladıklarına erişmekten korusun. ''Al işte özlediğin samimiyet, artık sadece bir metrobüs bileti kadar yakın'' dedi adeta hayat. Bu hayatın içerisinde insan gerçekten bütün bu Doğu'ya angaje hal, hareket ve tavırdan soğuyor ve soğudum da...

Derken geçen hafta Ahmed internetten yazmış: ''Habibi, İstanbul'dayım. Buluşalım mı?'' Buluşmayı gerçekten istedim ama Libya'dan gelen bir arkadaşla İstanbul neşvesi yaşamak da bünyemi hırpalar mı diye endişe ettim. Selfie atmasını istedim. Baktım saçları yerinde kabul ettim. Taksim meydanında buluştuk. El ele dakikalarca tutuştuk, adeta meydanda Ahmed, ben ve kuşlar vardı sadece. Sonra mendil satan bir çocuk bu sahneyi baltaladı ve Ahmed çocukla Arapça konuşarak tersledi. Meydandan Beyoğlu'na doğru yürüyüp geçen 4-5 yılda neler olduğundan bahsettik. Ahmed adeta şehirlere bombalar yağarken durmadan sevişmiş ve çoluk çocuğa karışmıştı. Libya'da ve eski işimizde bir şekilde hayata tutunmuştu. Platformdan geldiği bir gün, eve yürürken nasıl makinalı tüfek ateşi altında kaldığını, Trablus'da günlük hayatın zorluklarını, alışveriş yapacak mağaza olmadığını anlatırken hiç üzerine konuşmadığımız halde, ara sokakların bizi çağıran büyülü fokurtularına doğru yol aldık. Bir nargileciye oturduk. Ben zar zor anlaştığım garsona: ''elmalı öksürtüyor, kavunlu ver'' dedim. Ahmed yine çatır çatır Arapça döktürdü. Artık ne dediyse adamın nargilesi karpuzda geldi. Evet, bilmeyenler olabilir keza ben ilk kez gördüm ama nargile karpuza oturtulmuştu. Orada Ahmed bana Antalya ve İstanbul'da ev baktığını, İstanbul'dan ev alan çok tanıdığı olduğunu, kurların ne olacağını, ev alınacak zamanda mı olduğumuzu, sadece Türkiye'ye vize almanın kolay olduğunu falan anlattı durdu. Sonra ben anlatırken, anlattığım şeyleri zaten burada yaşayan arkadaşlarından daha önce de dinlediğini farkettim. Epey bir Libyalı tanıdığı zaten burada ev satıyormuş. Artık sohbet ederken nasıl bir zaman geçtiyse, ağzım tamamen emiş gücünü kaybettiğinde hesabı isteyip kalktık. 


Duyarsızlaşan ağızlarımızı hayata döndürmek için tatlıcıya aktık. Artık ben de onlardan biriydim ve bu beni özgürleştirmişti. Artık, esnafla ben konuşmuyordum, adeta ben Ahmed'e misafirmişimcesine, tıpkı Trablusgarp melteminde Güney Akdeniz sahillerinde turladığımız zamanlardaki gibi siparişleri Ahmed veriyordu. Bana, zevk şelalesinin en tepesinden bal damlatan kolum kadar dev kadayıfı indirtti. Siz belki yabancılarsınız ama çölde yaşayanlar bilir, yemin ederim elle girişesim geldi. Ama yapamadım, çünkü sizin gibiler camın dışından bakıp beni dirseklerimden bal damlarken görse ayıplayabilirlerdi. O an sizinle aramızda sedece şeffaf bir dükkan camekanı var sanılıyorsa beni hiç anlamıyorsunuz demektir. Tarif etmek istediğim o anki mesafe, Gregor Samsa'yla ailesi arasındaki mesafe kadardı oysa tam olarak...Burada da biraz sohbet ettik, Ahmed 60 kg alışveriş yaptığı için ekstra valiz alacağından falan bahsediyordu galiba ama şekerden bayılmak üzere olduğum için takip edemedim. ''Sittin kilo habibi, sittin kilo. Can you believe that?'' dedi sanırım. Sonra bana İstanbul'un çok güzel olduğunu evi Sultanbeyli'den mi, Başakşehir'den mi, Beylikdüzünden mi alması gerektiğini sordu. Anladım ki aşırı da bir parası birikmemiş ve dedim: ''Antalya'dan al, havası yazın sizin ora gibidir''. ''Antalya'da çok körfezli var ya'' dedi. Sonra da yan masadaki Kuveytliler'den utanarak sesini alçalttı.

Tatlıcı üzerine bir de kahveciye gittik, orada da İstanbul sokaklarındaki göçmen fazlalığından ailesiyle nasıl tedirgin olduğunu anlattı. O ara kahve içerek ayıldığım için ''sikerim, dalga mı geçiyorsun?'' dedim. ''Yes, sittin kilo of shopping'' diye yanıtladı.

Laf lafı açtı, böyle böyle akşam oldu. Eski dostu görmek güzel geldi. Eve dönmek üzere vedalaşırken gözlerimizde yaşanamamış bir saç ektirmenin hüznü vardı...


Monday, May 21, 2018

HELSİNKİ-FİNLANDİYA


Mayıs ayına yeni girilmişti. Nordik coğrafyasının bağrında hava 5 derece ancak vardı. Finli deniz suyuyla doldurulmuş havuzda yüzüp çıktı. Zaten kansız vücudundaki kan iyice çekilmişti. Turist sordu:
''Üşümüyor musun?''

Nordik Fin, ısıtmayan güneş vurduğunda beyazlaşan pigmentsiz sakallarını güneşe çevirip, tüysüz bağrını kuzey rüzgarlarına dönerek:
''Cesaret korkamamak değildir, korkmana rağmen yapmaktır'' dedi ve saunaya doğru yürüdü gitti.


Evet dostlar, anladığınız gibi ben yine İskandinavya'ya gittim. Bu sefer de Finlandiya. Gün gelir de şu TV'ler, radyolar bloglar bir İskandinavya uzmanı ararsa artık beni bulurlar. Hatay'da arabayla dolaşırken kaybolup Suriye'ye girip çıkmışların Orta Doğu uzmanı olduğu yerde Norveç'te yaşamış, iki kere Danimarka, 10 gün kadar İsveç ve şimdi de Finlandiya yapmış şu kardeşiniz Viking'in ciğerini bilir. Ama şunu da bilir ki Finliler Viking değildir. Finliler ne Batı'nın İsveççiliği ne Doğu'nun Rusçuluğu, yaşasın tam bağımsız Finlandiya parolasını benimsemiştir. Çünkü onlar Türk'tür.

Bir mevzuyu çok basit anlatamıyorsanız, o mevzuyu anlamamışsınızdır. Şimdi size tek kelimeyle Finlandiya'yı anlatacağım. Finlandiya'nın tek kelimeye indirgenmiş hali: ısmıklıktır. Bütün bir topluma musallat olmuş yaygın bir ısmıklık. İnsanlarla ilişki kurmak ve sohbet etmek neredeyse imkansız. Asansörde falan tanımadık birisiyle kalmak, otobüste yakın oturmak, sebepsiz yere muhabbet etmek tam bir çılgınlık. Yemek yediğim bir yerde esnaf muhabbeti olsun diye ''oooo, elmalar güzelmiş, nereden bunlar?'' diye sordum, gitti sertifikasını getirdi. Tanımadık birisine net ve kesin bir amaç yoksa kesinlikle yaklaşmamak lazım, çok tedirgin oluyorlar ve bu durum diğer İskandinavya ülkelerinin de ötesinde. Lafa gelince utanıyorlar ama çıplak saunaya girmeye gelince herkes orada. Yani utangaçlık muhabbete özgü. Sohbet etmiyorlar, konuşma duruyor ve sohbeti sürdürmek için en ufak bir çabaları olmuyor. O garip ve bize rahatsız edici gelen sessizlik onlar için son derece olağan ve belki de iyi bile. Beni gerdi. Anladım; Finlerin bira üzerine cin ve onun da üzerine şarap içerek yapabildiği muhabbeti en doğal kafada yapabilmek de bir değermiş.

Tabi bizimki de karakter, illa zorladım herkesi benle sohbet etmeye mecburmuşçasına. Bütün şehir illallah dedi. Şehir dediğim de Kadıköy'den küçük. Şimdi kurlar malumunuz ve İskandinavya'da yemek de kısıtlı olunca mecbur dönerciye gittim. Sarı dönerciyi muhabbetimle darlayıp ağzını yokladım. Net bir hipster kendisi. Dönercilik öğrenmeye Stockholm'e gidip bu dükkanı açmış. Gerçi ben de dönercilik eğitimimi Stokholm'de alsam utanırım, kimselere diyemem. Neyse bir et döner bir de gazlı içecek sipariş edip oturdum. Hipster kardeşim getirdi koydu önüme. Nasıl da açım, bir ısırık, iki ısırık açlığın hatrına yedim. Ama inanın yenecek gibi değil tadı. ''Bak güzel kardeşim, hipsterlığına saygım sonsuz. Tuttuğun yola da çok saygı duyuyorum ama bu döner olmamış'' dedim. ''It is OK'' dedi ruhsuz piç. 20 Euro hesap getirdi. Sen onu 5'le çarp sayın okur laps oldu mu sana 100 TL. Vicdansız. Bu hipsterlar bir de duyarlı takılır. Ekmek mayalarına bile kıyamayıp tatile çıkarken arkadaşlarına bırakıyorlar ama bana çatır çatır kıydılar. Bir bakteri kümesi kadar ederimiz olmadı gözlerinde. Orada ödediğim, damak zevki olan bir kültürde büyümenin diyetiydi. Parasında değilim. Bastım çıktım.

Sonra akşamına lokale hakim arkadaşlarla barlara aktık. Eski boktan mahalleyi artistler, hipstırlar ele geçirmiş. Duvarları boyamışlar, kiraları uçurmuşlar. ''Oralarda çok mekan var, gidelim'' dendi. ''Yapmayın, etmeyin, daha taze hipstır kazıkladı beni'' dedim de dinletemedim. Bir de kendileri yapıyorlarmış biralarını mahallede. Daha üzülmeye kalmadan Nordik ayazında bardan bara sekerken bulduk kendimizi. İşte orada red ale, burada pale ale, burada ekşili bira, şurada lager derken müzikli bir yere vardık. Sohbet muhhabbet derken Türkçe bir şeyler çalmaya başladı. Ben daha önce dinlemiş olsam da şarkıyı tanıyamadım ama arkadaşım '' Ferdi Özbeğen'' dedi. DJ'in yanına gittik. Tabi DJ de içmiş, ısmıklığı atmış. Yoksa ne mümkün sohbet edeceksin. Bildiğiniz Finli DJ Ferdi Özbeğen takılıyor. ''Hayırdır üstad, ne ayaksın?'' diye sorduk hüzünlü DJ'e. ''Erkin, Barış Manço'yla başladı. Sonra Selda Bağcan geldi. Şimdi buralardayız'' dedi. Şarkı da iyiymiş. Arasıra dinliyorum. Kaderin garip cilvesine bakın ki bana bir Helsinki barından Ferdi Özbeğen şarkısı kaldı. Üstelik de adeta Helsinki için yazılmış:

Yok mu bir soru sormayan 
Yarını olmayan 
Güneşi doğmayan 
Bir yolun yolcusuyum, dokunma... 


Bunlar dışında sauna, kahve, orman ve gölet mevzuları var. Bir kez daha farkettim ki İskandinav ruh hali düşük dozajda alınca bana iyi geliyor da çok maruz kaldığım zamanları düşününce içim bir darlanıyor. Tuvalet kullanmayı biliyorlar, bisiklete biniyorlar, vergileri kendilerine hizmet olarak dönüyor, güvenli sokakları var, ulaşım sorunları yok, hiyerarşi yok, söz senet, yalan yok, hayat kurallara uyanı ödüllendiriyor ama eninde sonunda insanı da insan yapan kurabildiği ilişkileri olunca zorlanma da oluyor. Ah be, şu coğrafyada umumi tuvalete sıçmayı bir öğrensek gerisi çorap söküğü gibi gelecek şerefsizim.





Tuesday, February 6, 2018

GEÇMİŞİN YÜKÜ

Eski resimlerinize ne kadar sık bakıyorsunuz? Eski videolarınızı ne kadar sık izliyorsunuz? Nostalji hissinin yanısıra hafif bir ürperti de yaşıyor musunuz mesela 5-10-15 yıl önceyi izlerken?

Şu an yaşayanlar olarak bu resim ve video kalabalığıyla geçmiş hikayelerimizi günlük olarak takip edebilecek ve bu ruh halini test edecek jenerasyonlardan olacağız. Bahsettiğim yaşlanmamızdan veya bu dünyayı terkedenlerin canlı görüntülerinin verdiği ıstıraptan farklı bir şey. Daha bireysel bir histen bahsedeceğim. Her anın videoya kaydı veya fotografı olması ve özellikle bu anların hep neşeli dakikalarımızda kaydedilmesine veya neşeliymiş gibi paylaşmamıza dair.

Geçen gün eskiye dönük fotoğraf ve videolarıma baktım sosyal ortamlarda paylaştığım. Hepsinde ‘’ne güzel gülüp eğlenmişim ya, şimdi niye böyle değil’’ dedim. Sonra da o fotoğrafların çekildiği zamanlarda tuttuğum notlara baktım. Notlarla, paylaşımlar arasında fark var. İnsan zihni zamanla kendisine de oyun oynuyor. İyi ki notlar almışım da o anlardaki gerçek ruh hallerimi tekrar ziyaret edebiliyorum. Hafızam geçmişi, bugünün ışığında tekrar tekrar yazarken, sosyal medyada başkalarına show yapayım diye paylaştığım imajlar, bugün beni de kıskandıracak bir hal almış adeta. Bu beynin bir kerameti var, kurcalayarak bozacağız yemin ederim.

Suudi çöllerinde, bu eşsiz doğa olayına tanıklık etmenin mucizevi neşesinin tadını çıkarıyorum adeta resimlerde.  Ama arka planda aslında hiç alakam olmayan insanlarla dünya kadar sorumluluğu, tek başıma sırtlamaya çalışıyorum. Sorumluluğa sokayım, tuvalet yok bi kere.



Öylece doğum günlerim oldu, bir kişi doğum günüm olduğunu bilmiyordu etrafımda. Ama ben Norveç’de bir platformdan dünyaya sevgiler göndermişim. 



Örnekler örnekler örnekler… Ama ben kendime oynadığım bu oyuna şöyle aydım. Afrika’da bir gün muz yemeği çıkmış. Ben bunu malum platformlarda ‘’such a lovely food #life experience’’ başlığıyla dünyaya servis etmişim.


Aynı güne ait günlüğüm ise şöyle:
2-3 Şubat 2013
Tanzanya

Kesinlikle Güney Yarım küredeyim. Eminim çünkü bugün sifonu çektikten sonra tuvalete baktım. Biz BarışManço izleyerek büyüyenler için bu yeterince inandırıcı bir gerçeklik alemetidir. Girdap ters yönde oldu. Bazen bu Mtwara denen yerde gerçeklikten koptuğumu düşünüp endişe de ediyorum. Biraz da sıtma ilaçlarının ağır yan etkilerinden olsagerek. Yine de Afrika’da olmanın da doğru düzgün organize edilmemiş bir kampta büyük bir işin sorumluluğunu almanın baskısı da etken olmalı. Yoksa bir insan sifonu çekince neden bakar ki gidenin ardından? Kampımızı tropik yağmur neticesinde bileğe kadar su basmış. Mekanik labını hallederiz de elektronik labını su basar mı ya? Basmış işte. Ben geldiğimde ortalık temizlenmiş az da güneş açmıştı ama balçık kalkmamıştı. ‘’paradise’’ diye bir otele yerleştirdiler. Sinek cenneti adeta. Bir de burada ahali inançlı da şuna cennet demek günahtır. Hristiyanı Müslümanı örgütlenin…


Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin. İkinci gün derhal hazırlıklara başlıyoruz. Fazla zaman yok, Tanzanya’da büyük bir offshore işi için hazırlık yapmalı.

Sabah kahvaltı yapmak zordur işe yetişenler için hep. Uyku, duş vb arasında insan beslenemeden işe varır. Bu nedenle öğle yemeklerinde çok acıkmış olurum. İşte yine böyle bir gündü. Açlıkla herkesi koşarak geçip yemekhaneye koştum, kralını tanımadım. Hem de tüm Afrika uluslarından işçileri, Çin gibi milyarlık nüfusta pişmiş çalışanları koşarak geçtim. Tanrı kimseyi açlıkla terbiye etmesin, insanlık eşitlenmiş ama minimumda-herkes aç. Ama yine de vicdanen iyi bir durum denklik. İnsanlık benzincide şarıl şarıl doldurup gaza basabilsin, evlerde şak diye anahtara basıldığında evin her yeri şavkısın, bebeler üşümesin diye dünyanın her kıtasından adam Afrika’nın aslanlı, filli, zürafalı ortamı ev tutmuş ve 24 saatlik telaşın gündüz vardiyasının saat 12’sinde yemekhane konteynırının kapısına binbir dilde bağırışarak koşuşuyor. Bu telaşı en son, Fen Lisesi yemekhanesine koşarken yaşamış olmalıyım. Yemekhane önüne varınca talaşlı bir sıvıyla elini yıkıyorsun. Eh işte petrol böyle illet bir şey, arasan bulunmaz, yapışsa çıkmaz. Sonra fıt fıt dezenfektan sıkıp dalıyorsun yemekhaneye. Bu yemekhaneler sinekler mallasın diye buz gibi soğutulur en az 18 dereceye getirirler klimayı. Aşırı soğutulmuş ortamda yemek kokusu da bi değişik olur. Eşzamanlı olarak da çok fena terli olduğunu farkedersin ama o kadar. Sadece farkedersin, bir şey yapmazsın. Öğrenilmiş çaresizlik. Tepsiyi, çatalı, kaşığı aldın. Artık o dakikadan sonra bilmem hangi uygarlığın biçimlendirdiği bir aşçının eline bakıyorsun. Aşçı karavanın kapağını bir açıyor ve diyorsun ki: ‘’Bu ne .mına koyayım ya? Bu ne?’’ Gerçekten tam da bunu böylece söyleyebiliyorsun çünkü dilimizi bilen yok orada. Ama sırıtarak söyleyeceksin çünkü aşçı kraldır. Kampta aşçı sana takarsa boku yersin. Bildiğin soğanlı-salçalı yemeğin içine muzu mundar etmiş. İşte bu adama bile böyle sırıtacaksın. Hayatta kalacaksın, uyum sağlayacaksın, tatava yapmayacaksın. İlkesizlik mi bilmiyorum ama ‘’sınanmadığın günahın masumu değilsin’’ ve o an sınanıyorsun… He tamam, az değişik bi muz ama sen onu o dakikada daha bilmiyosun ki? Aşçı gelip sırıtarak yemeğini tanıtıyor. İngilizi, Fransızı, Amerikalısı politiklikten midir artık sömürgecilikle başka kültüre alışıklıktan mıdır yadırgamıyor gibi yapıyor. Ben yıkılıyorum içeride, dışım emperyalist taklitlerinde. Ne çare, az yiyip çıktım. Üzerine ne meyve mi yedim? Muz üstüne muz…

Sonra bu Amerikalı arkadaşıma sordum: ‘’Sen bu yemeği daha önce gördün mü?’’ diye. ‘’İlk kez gördüm’’ dedi. Otuz yaşında adamsın, ilk kez pişmiş muz görmüşsün bu tepkisizlik ne? Sağı solu tekmeledim. İki yüzlülüğe gelemem. Anadolu çocuğu mert olur çünkü. Sakinleyip, sıradaki zil sesine kadar işimin başına döndüm. Akşam yemeği kaliteydi.

Yatarken teselli ettim kendimi; ‘’alışacaksın’’ dedim. İnsan ne biçim alışır bazen aklı almaz. İlk başta hep alışamayacaksın gibi gelir ama tecrübe orada devreye girer. Güçlü insan ne korkusuz olandır ne de kötü anları hiç tecrübe etmeyendir. Güçlü insan bunlarla yüzleşebilen ve alışacağını bilendir. Neler geçti bu da geçer…Uyuyacağım.

Şuna bakın; zamanında bu günlüğü tutmamış olsam, internet paylaşımımı referans alarak o zamanki kendime baktığımda dünya kültüründen mütemadiyen zevk alan bir embesil görecektim bugün. İnternete baksam proje sonuçlanmış ben de Uganda'da acayip mecralara akmışım sonrasında. Resmen tarihin tekrar yazılması. ''Verba volant, scripta manent'' vardı eskiden, artık ''söz uçar, yazı kalır, internet kafa karıştırır'' olacak.


Şimdiki kendime yüzlerce yalan hatıra bırakmışım internette. Ben bunun altından nasıl kalkarım? Haydi bu benim kişisel derdim olsun da bütün bir insanlık olarak geleceğe bunu mu bırakacağız bundan sonra? Bütün dünya kendine yalan söylüyor ve bunu 20 yıl sonra anlayacak. Ayık olun.

Wednesday, January 17, 2018

YARIM LİSAN YARIM İNSAN

         Geçen gün Türkiye’deki yabancıdil öğrenme sorununa dair bir video izledim. İnternette biraz mevzuya bakayım diye gezinince ‘’Türkler neden İngilizce öğrenemiyor?’’ diye büyük bir tartışma olduğunu gördüm. Sayılara bakmak gerekirse ortalama olarak üniversie öncesi 950-1000 saat dil öğretimine zaman ayrılıyormuş ama öğrencilerin %95’i başlangıç seviyesinde bile performans ortaya koyamıyormuş. Bazı uluslararası araştırmalara gore Azerbaycan ile birlikte Avrupa’nın en kötü performansına sahip iki ülkesinden birisiyiz ve dünyada araştırma kapsamındaki 76 ülke arasında 51.’yiz.

Bu sayılarla dünyaya entegre bir üretimin içinde olmak zor olacağı için tahminim ekonomik ve sosyal gelişimimiz de bu veriye gore şekilleniyor. Örneğin ben komplolar içinde boğulan, her yabancının düşman algılandığı ve herkesin, her zaman bizimle uğraştığı tezlerinin de temelinde bunlar olduğunu düşünüyorum. Klasik tez ‘’anlıyorum ama konuşamıyorum’’ bile doğru olsaydı ve biz en azından dünyanın öncelediği konuları sağlıklı takip edebilseydik gerçekten ciddi anlamda rahatlardık. Kardeşim, herkesin işi-gücü var işte kendisine ve dünyaya dair. Sabah akşam bizden bahsetmiyor adamlar. Hakikaten de etrafınızda konuşulanı anlamazsanız böyle bir his gelebilir. Şu köşede gülüşen Almanlar acaba benden mi bahsediyor, oraya bakınca aniden sustular…

Herkes metodoloji de dahil birçok eğitim sorunu üzerine yormlarını yazmış. Uzmanlara gore bir dili öğrenirken amaçlanacak 4 hedef varmış:

            1-konusulanı anlama, 2-yazılanı anlama, 3-konuşabilme, 4-yazabilme

E biz bunları anadilimizde yapamıyoz ki başka bir dilde nasıl yapalım? Bebekken oyun dilini İngilizce yaparsak bebek İngilizce öğrenirmiş. Tamam öğrenir de hep o oyun dili seviyesinde kalır. Dilin incelikleri de büyüdükçe öğrenilir. Bence biz düşünmeyi, akıl yürütmeyi, metodolojik fikir geliştirmeyi temel eğitimde öğretmedikçe dil öğreniminde oyun seviyesinin bir adım ötesine geçemeyiz. 

Son zamanlarda merak sardığım davranışsal psikoloji, insanın düşünme ve karar mekanizmaları üzerine şunu söylüyor. İnsanda iki mekanizma var: birincisi: hızlı, kontrolsüz, çağrışımlı, bilinçsiz. Yani fazla kafa yormadan yaptığımız şeyler diyebiliriz ki anadil burada. İkinci sistemimiz ise kontrollü, çabalı, tümdengelimli, yavaş, farkında olarak, kurallara göre.

İşte yabancı dil bu ikinci kısımda. Biz kararlarını beynindeki bu ikinci kısımla alanlara ‘’enayi’’ deriz. Onu diyemezsek de ‘’pratik değil’’ deriz en azından. İkinci sistemi biz neyde kullanıyoruz ki yabancı dilde kullanalım. O alanı hiç beslemeyen bir toplum olalım ama sonra şakır şakır yabancı dil öğrenelim. Yok öyle kardeşim, ne kadar ekmek o kadar köfte. Şimdi benim Almanya’da kırk yılda 15 kelime öğrenen kardeşimin sırrı da burada yatıyor işte. 


Ama şimdi bir dil öğretecez diye de beynin rasyonel karar alabilen sistemlerini devreye sokmaya değer mi? Emin olamadım. Çünkü o zaman da politik seçimlerden, finansa kadar her şey değişecek. Kaş yaparken göz çıkarmayalım durduk yere. Çoluk çocuk İngilizce konuşacak diye bütün bunlara gerek yok. Nasılsa kalabalığız, kendi kendimize yeteriz.