Tuesday, April 28, 2009

Lecco-Münih Hattı






























Sıra beklemekteyim bir sonbahar sabahında, tahta bir masanın önüne dizilmişiz. Yanımda babam var, yurt kayıdına gelmişiz. Sene 2001. Az sonra hayatıma çok yönüyle damgasını vuracak olan ODTÜ yurt hayatım imzamla birlikte resmen başlayacak. Lisedeki yurt tecrübem nedeniyle oda ortamının öneminin farkındayım. Kendimden kültürel olarak çok farklı insanlarla kalmak istemiyorum. Gözüm doldurulan formlardaki doğum yeri bölümünde yazan şehirlerde. Okumakta zorlanıyorum. 2 tane şortlu bebe gözüme ilişiyor. Şort giyen başka birileri yok. Bunlar bizim o tarafın insanı gibi duruyor diyerekten götüm götüm yaklaşıyorum. Çaktırmadan doğum yerlerini okumaya çalışıyorum. Net görünmüyor. Hatta daha sonradan anlayacağım ki yanlış okuma da yapmışım ama gençler nihayetinde İzmir’li çıkıyor. Benim gibi bir Aydın efesine iyi kızanlık ederler. “Ben de sizinle kalabilir miyim?” diyorum. O an yüzümdeki nuru görmüş olacaklar ki: “Olur” diye kestiriyorlar. Sonra nerelisin,bölüm ne falan derken kendimizi bir odada buluveriyoruz. Bir kaç saat sonra babam da bana şans dileyip ayrılıyor. Sonra ben bu çocuklarla 3 sene aynı odada yatıyorum, yetmiyor beraber eve çıkıp 2 sene daha aynı evi paylaşıyoruz. Birbirimizin arkadaşlarıyla tanışıyoruz, tuvalet temizleme sırası geldiğinde birbirmizin bokunu temizliyoruz. Velhasılkelam, ben yurt kaydına o saatte değil de 15 dk sonra gitseydim, benim için ODTÜ kampüsünde gördüğüm diğer binlerce öğrenciden pek farklı olmayacak bu insanlarla 5 sene beraber kalıyorum.

2006’da bir tanesi pılını pırtısını toplayıp evimizdeki ilk gurbet rüzgarlarını estirerekten Almanya’ya gidiyor. Diğeri de bir kaç ay sonra ayrılıp önce askere,sonra çalışmaya Belçika’ya, sonra da başladığı yere Ankara’ya dönüyor. Ben de bir sene sonra 2007’de İtalya’ya uçuyorum (Yelken açmayı çok isterdim). Yollarımız ayrıldıktan sonra Almancı olanını hiç görme fırsatım olmuyor, Ankara’da olanıyla görüşüyorum ama arasıra...

Geçen hafta içerisinde Türkiye’de olan İtalya’ya geldi, 2 kişilik bir Smart arabaya bindik Almancı olanı görmeye gittik. Rotamız İtalya’nın oldukça kuzeyinden benim yaşadığım şehirden başladı. Alp dağlarının hemen güneyinden. Alpler’i aşıp Münih’e... Arabamız başlarda pek güven vermediyse de sonradan güneşte, yağmurda ve dağların tepesinde nihayetinde karda güvenimi olmasa da kalbimi kazandı. İtalya kısmında belki 20 km boyunca sürekli olmasa da %90’ı olmak üzere tünelin içerisinden ilerledik. Sonra ver elini Alpler. Müthiş manzara eşliğinde kilometre kilometre kültürel değişimi gördük. İtalya’da yer yer silik yol çizgileri, ışıkları bozuk bir tünel, farı yanmayan arabalar, 60 km sınır olan yerde 120 ile uçan sürücüler ve hatta sadece bir tane de makas atma olayına tanıklık ettik. Çok değil, 5-10 km sonra İsviçre’ye sınır kontrolü olmaksızın geçtiğimizde yollar hafif düzelme gösterirken davranış biçimleri az da olsa değişti. İsviçre’nin İtalyanca konuşulan kısmından Almanca konuşulan kısmına geçince ise sıcaklık 1 saat içerisinde 15 dereceden 4 dereceye düştü ve trafik adeta bir ahlak dersine dönüştü. Sokaklarda cirit atan İtalyan ekolünü evlerinde sıcak çikolata yudumlayıp,kitap okuyan sarı kafa ekolü aldı. Sonra daha da yükseldik ve Avusturya’ya geçtik. Avusturya’ da her şey mükemmeldi. Dalga geçecek bir şey bulmak çok zor adamlarla ilgili. Yollar inanılmaz güzelleşti. Araba adeta kendisi gitmeye başladı ya da ben sürmediğim için öyle geldi. Yalnız dağın tepesindeki donmuş göller ve şu mevsimde bastıran kar, parayla huzur olmadığının göstergesiydi adeta. Az aşağıda İtalyanlar çizgisiz yollarında keyifle şarap içerken burada fırtına kıyamet. 30 dakika kadar da böyle gittikten sonra bayır aşşağıya Münşen (Münih) ovasına doğru aktık. Ovaya inince kar yerini yağmura, 60 km’lik hız limiti yerini limitsiz “das autobahn”a, 4*4 dağ jipleri de yerini spor BMW’lere bıraktı. Kaptanımız konuştu : ”Kemerlerinizi takın,inişe geçiyoruz, aracımız dandik ama yüreğimiz büyük” . Tabi bu davranışın altında sürücü kurslarımızda Avrupa’nın aksine genel trafik davranışı eğitimi değil de sadece çamaşır makinası kullanma kılavuzunu öğrenir gibi eğitim almamızın ve sonuçta çamaşır makinasını çalıştırmanın yeterlilik sayıldığı bir trafik eğitimi almamızın büyük payı var. Ben bunu düşünürken kendi maksimum hızımıza yani 140 km/sa’e çıkıp diğer lüks araçlarla sidik yarıştıraraktan Münih’e yanık kokuları arasında girmiştik bile. Meğer bizim tamponlar plastik olduğundan ve araba şehir içine uygun yapıldığından fazla ısınma olmuş ve tamponlar hafif erime yapmış. Araba durunca TV’li odada, TV izleyip yatınca duyulan büzülme(genleşme tersi olan) nedenli çıtırtılar duyulmaya başlandı. Su akar yolunu bulur deyip arabayı bıraktık ve dönüşte de aynı kokularla İtalya’ya dönmekte bir sıkıntı görmedik.

Almancı arkadaşımız Darwin’in “Güçlü türler değil, değişime ayak uyduran türler yaşamını sürdürebilir” tezine uyaraktan bir Katolik yurdunda elhamdülillah yer bulmuştu. Alt katta gördüğümüz Hans’a sora sora arkadaşımızı bulduk. Telefonlarımız devre dışı kalmıştı çünkü ben kontör almama rağmen sınır kapısında son anda yüklerim mantığıyla kontör kartımı cebime atmıştım, kapı falan da olmayınca İsviçre’de artık kontör yükleyemediğimi geç de olsa farketmiştim, arkadaşımın telefonu ise İtalya’da kalmayı seçip bizimle gelmemişti. Kapıyı çaldık, kapı açıldı ve hasret bitti. Göz yaşları içinde sarıldık birbirimize 3 yıl sonra, Ankara’dan uzakta, kayıtta tanışmamızdan 9 yıl sonra yağmurlu bir Münih akşamında kavuşmuştuk. O şortlu çocuklar ne kadar da büyümüştü. Koridordaki Almanlar davranış biçimimize bir anlam verememişti. Sonuçta 3 adam birbirine ayılar gibi sarılıyor, el şakaları yaparaktan bir şey kutluyorlardı.

Nasılsın ,iyi misin faslından sonra Münih sokaklarına çıktık. Bira evlerine gidip biralar içtik, konuştuk. Tabi masaya muhabbete girmek üzere programlı ve her zaman her meyhanede bulunan o orta yaşlı insan geldi. Bu insanlar iki çeşit olur ya: güzel muhabbet eden, insanı coşturan ve karşısında mal varmış gibi atıp tutan, muhabbetin içine eden...İşte bize malesef 2. tip olandan geldi. Yan masada arkadaşı yemek yerken sızdığı için bu ıskartaya çıkmış, soluğu yanımızda almıştı. Sormadan yanıma oturdu. Yer vermedim ama götüyle ittirerekten yamandı masaya. Türkler Arap’tırdan başka da bişey demedi. Biz de kalkıp gittik, daha mekandan çıkmadan yeni bi masaya dadanmıştı bile sarhoş Alman insanı.

Efendim bu bira içtiğimiz yer çok orijinaldi. Bira tarih müzesi gibi bir yer. Eskiden Almanya’da şarap modaymış. Sonra ekonomik sıkıntılarla bira ithal etmeye başlamışlar. En sonunda da biz yapalım bari demişler. Almanya bira işine böyle girmiş. Önceleri mekanın önüne çıkıp işiyolarmış ama çıkanların birası çalındığı için içeriye işeme olayını bulmaları gerekmiş. Üstün Alman mühendisliği her oturağın altına, bir boruyla insana oradan da kanallara bağlanaraktan sokağa işenen yani oturduğunuz yerden işeyebileceğiniz bir sistem kurmuş. Tabi elbise de adapte olmuş. Şu Bayern Münih taraftarlarının maçlarda giydiği deri tulum benzeri Bavyera’lı kıyafeti o zaman icat edilmiş(Hala giyenler vardı). Olayı da şu: Önden düğmeleri açtığınız anda organınız meydanda, sonra ordan boruya işemece ve sonra düğmeleri ilikleyip içmeye devam. Elbette bugün artık tuvaletleri var mekanın. Ama Almanlar için biranın yeri bir başka. Her şeyleri bira olmuş, özellikle Münih’te. October Fest’in vatanı olan bu şehirde biranın değişik çeşitleri çok da fazla olmayan fiyatlara litrelerce tüketiliyor. October fest de orjinalinde şehrin dükünün düğünüymüş ama yıllar olayı şehre maletmiş. Bugün nüfusu 1.5 milyon olan şehrin nüfusu festival zamanı 7 milyona kadar çıkıyormuş ve pasaportunu kaybedenler için çadır şeklinde konsolosluklar kurulmaktaymış.

Şehirde çoğu yapı 2. Dünya savaşında büyük hasar almış ve orjinalitesi bozulmuş. Ancak Hitler’in adım adım yükselişini gözlemlemek için birebir aynı zamanda. İlk eymelerini burada yapmış, ilk mahkümiyeti de yine Münih’teki bir yürüyüş sırasında olmuş. Sonra güçlenmiş, ilk toplama kampı olan Dachau’yu da buraya kurdurmuş. Dachau kampını daha sonra yazmak üzere konuyu kapatıyorum ama yola çıkmadan kampa gidişimizden bahsetmek isterim çünkü kampa giderken “Getürkt” yaptık. Getürkt maalesef bizim deyimimizle bir işi dandik yapmanın Almancası. Bizim araç 2 kişilik ama biz 3 kişiydik. Kamp 15km uzakta. Tren pahalı. Çözüm basit, araca getürkt’leme binme. Arabanın ön koltuğu 3’ledik. Zaten vites de otomatikti, bizim için sıkıntı olmazdı ayrıca araba da İtalya plakalıydı. Yani her rezilliğimizin gideceği adres belliydi. İşte bu yüzden ışıklarda bize gülen Almanlar’a bakıp biz de gülerekten: “İtalyanlara gülüyo mallar” dedik. Ancak polisten de acayip korkuyorduk çünkü cezası 500 euro civarı...O nedenle gözümüz yoldaydı. Bir ara polisi gördük 100 metre ilerde. Hemen birimiz arabadan inip yürüdü, biz de onu ilerde bekledik ve sonra tekrar aldık. Polizei’ı atlatmıştık. Kampı gezdikten sonra vedalaşıp bir dahaki sefere ne zaman, hangi koşullarda buluşabileceğimizi düşünerekten ayrıldık. Biz İtalya’ya dönerken “Getürkt” elektronik mühendisimiz, Münih otobüsüne yol aldı.

Dönüş yolunda şartlar dağlarda daha normaldi. Yalnız dönüşte bi meraktan Davos’a uğradık, temsili olarak düşmanı denize dökme benzeri : ” One minute” piyesi oynayıp, “Daha gelmem Davos’a” şiirini okuyup İtalya’ya döndük, pizzamızı kahveyle süsleyip gezimizi bitirdik.

Benden size bir tavsiye, yaşı genç olanlar yurt arkadaşlarını iyi seçsin, yaşı büyük olanlar da bizim rotayı hayatlarında bir kere de olsa geçsinler çünkü anlatılmaz manzaralar var. Herkese ortak mesajım ise Davos’a ben olsam da daha gelmem çünkü küçük İsviçre şehirleri çok sıkıcı...

Monday, April 13, 2009

BARSELONA









Eski adıyla Barcino Romalılar’ın kurduğu bir şehir ve Romalılar’ın bulduğu ve daha sonra A.B.D tarafından da taklit edilen düzenli dörtgen bloglardan oluşuyor. Çok geniş sokakları, geniş meydanları ile insanı ferahlatan bir yapısı var ve insanları adeta sokaklara çağırıyor. Bu çağrıya yanıt vermiş çok sayıda insan da sokaklara dökülmüş. Adeta yaşam sokaklarda.

Barselona çok dinamik bir şehir. Mesela Floransa, Roma gibi şehirler düşünüldüğünde; üzerinden yüzyıllar geçmiş bir rönesansın veya bir imparatorluğun başkentini geziyorsunuz. Gördüğünüz şeyleri fotoğraflayabilirsiniz çünkü önemli olan bu şehirlerde taşlardır,yapılardır,resmleridir ve bu eserler durur. Oysa Barcelona’da fotoğraflanacak şey sayısı diğer marka şehirlere göre az ve bu az şeyin de çoğu Gaudi isimli ünlü mimar&mühendise ait. Barcelona’ya gerçekten çok şey katmıştır kendisi ama yarattığı masalımsı ekol benim gerçekten hiç hoşuma gitmedi. Nedense bu fikrimi kimse beğenmedi ama ben bu adamın tarzını sevemedim. İşte balık pulu şeklinde ev damı yapmış, çamurdan kule benzeri bir klise inşaatı var (Sagrada familia)...Bu inşaat 200 yıldır devam etmekte. İyi bir mimar,iyi bir mühendis olmuş ama müteahhitlik zayıfmış kendisinde. Bir de bu arkadaşın sayısız eseri arasında “Parc Güell” çok önemli bir yer tutmakta. Orada da fantastik öğelere yer vermiş kendisi. Tabi ki beğenmesem de kendisini takdir ediyorum, bir şehre damga vurmak kolay değil.

İşte bu Gaudi dışında Barselona dinamik yapısıyla fotoğraftan çok videoya uygun bir şehir. Deniz desen deniz, müzik desen müzik, yemek desen yemek, endüstri desen endüstri...Hepsini bir şehirde toplamışlar. Yani böyle şehirler varken acaba biz nasıl kültür başkenti olacağız merak ediyorum?

Şehirde aldığım duyumlar ışığında İngilizce’den daha çok İtalyanca konuştuk esnafla. Bu gezim sırasında Azerice-Türkçe arasındaki benzerliğin İspanyolca-İtalyanca arasında olduğu hipotezimi de doğrulama şansım oldu. Tabi biz Amerikan ekolünde bir ülke olduğumuz için ve Hollywood hegomonyası nedeniyle yurt dışı deyince akıllarımıza A.B.D ve İngiltere eksenli bir dünya geldiği için bu Latin dünyasında resmen çok şaşırıyorum ve etkileniyorum. İşin açıkçası bu Anglosakson ve ABD’lilerin dil nedeniyle kıvranmaları da yavaş yavaş hoşuma gitmeye başladı. Mesela bir kafede bir Amerikalı “Kola dışında bir içecek alabilir miyim?” demek için dakikalarca uğraşırken ben , yardımsever, dost canlısı Övgü olarak ne yaptım biliyor musunuz? Hayvan gibi gülüp, bu anın tadını çıkardım. Sıra bana gelince her şey çok kolaydı. Çünkü Latin dillerinden birisini biraz bilmek gayet yeterli.İki dil arasındaki fark genelde bir kaç harf( Pollo-Poyyo-Tavuk,Latte-Lacce-Süt) sayılar aynı,soru cümleleri aynı. Saksonun o beyaz yüzü kızardıkça ben sevindim. Bunu da bana çok görmeyin arkadaşlar. Bize ettiklerini düşününce bunların az bile gülmüşüm diyesim geliyor. Hele bir de bunların olur olmaz havalarda o parmak arası terlikleri giyip, şortlarla sokakları çıkışı yok mu! Yaşlıları da çorabın üstüne sandalet giymez mi ellerde Sony kameralarla. İşte beni küçüklüğümde turizmden bu hareketler soğutmuş. Meğer dünyanın Latin yarısı böyle değilmiş. Gayet senin benim gibi havaya uygun giyinen, kotla da turist olunabileceğini bilen, buldukları en turistik bar-restoran yerine biraz orjinalite arayan insanlarmış.

Barcelona Katalanıyla,İspanyoluyla, Afrikalısıyla,Hintlisi,Pakistanlısıyla bir arada yaşama kültürünün bütün güzelliklerini sergiliyor. Yabancılar Milanodaki gibi 2. sınıf değiller, oralı olabilmişler ve bu da şehre müthiş bir ahenk ve zenginlik katmış. İspanya yasalarına göre sokaklarda alkol almak yasak olsa da, yasayı pek takan görmedim. Hatta üzerine de çıkmışlar. Ara sokaklarda burunlara gelen ot kokusu,sokaklarda yanınıza yaklaşan torbacılar başka birçok yasağın delinebildiğinin göstergeleri gibi.

Bir de şehrin Gotik kısmı ve çok güzel bir Gotik katedrali var. Katedral gerçekten güzeldi ancak çarmıha gerilmiş çıplak İsa heykelinin bel altına bağlanan bir bezle sansürlenmesi beni biraz sıktı. Bu kadar özgür bir şehirde bari rahat bıraksalarmış iyi olacakmış. Ayrıca, saf turistlerin duygularını daha seri sömürmek için katedralde gerçek mum yerine elektro mum uygulamasına geçilmiş. Şöyle ki bozuk parayı atıyorsunuz, mum alevi görünümlü ampulünüz yanıyor. Ayrıntısı da atlanmamış ışık böyle mum alevi gibi kırpışıyor. Belli bir süre yandıktan sonra da tıpkı sahiciymişçesine sönüyor,dualarınız kabul oluyor. Kardeşim kahve makinası mı bu? Açıkçası benim inancımda böyle bir şey olsa çok bozulurum. Türk Lirasıyla deneme yapayım dedim, müslüman ülke parası olduğu için sanırım çalışmadı. Vura vura parayı geri almaya çalışıyordum, papaz geldi bana kızdı. Dedim ki kendisine: "Koca Avrupa'da son dönemde onca teknolojiye karşın adam gibi bir klise yapmayın, hala 200-300 hatta daha eski kliselerin ekmeğini yiyin, sonra da oralara böyle değişik alet edevat koyup paramı yutturun makinaya, ben ses çıkarmayayım. Olmaz efendim". Bana çok kızdılar. Ama inceden de hak verdiler. Sahi neden artık kimse klise yapmıyor? Dilek kutusuna yeni önerimi yazdım, şarapları da artık jetonlu makinadan verin diye. Bana düşmez tabi bir turist olarak ama dünya değişiyor, klise de değişime ayak uydurmuş gibi.

Şehrin beni en çok etkileyen tarafı denize doğru inen “Las Lambras” caddesi. Oldukça kalabalık ve yan kesicilerle dolu bu caddede inanılmaz sayıda sanat aktivitesi her daim sürmekte. Tiyatrocular, müzisyenler,ressamlar devamlı canlı performans sergilemekte. Çok eğlenceli bir ortam. Hatta kuş,tavuk satıcıları bile var bu caddede. Çok da para harcamanıza gerek yok. Doğru adresleri bildiğinizde çok ucuz fiyatlara güzel içkiler veren barlar bulmak mümkün. Sonra da çıkıp bu adamlardan müzik dinleyin. Hava iyi olursa denize girin. Ayrıca şehir aktivite rehberinde bedavadan başlayıp 15-20 euroya kadar çıkan jazz, flemenco gösterilerini her gece bulmak mümkün. Bu kadar aktiviteyi bu kadar uygun fiyata bulmak İtalya’da olası değil söz gelimi. Bir de İtalya’da kocaman gözlüklerini takmış, abartılı hareketlerde bulunan Milanolular’a tahammül etmek de var.

Ben oradayken Barselona-Bayern Münih maçı oynandı. Sokakta top sektirerek para kazanan adamlara bile bakınca Almanlar’ın bu adamları asla yenemeyeceğini görmek zor değildi. Bunu Almanlar da biliyordu adeta. Önemli olan Barselona'ya gelip şehrin tadını çıkarmaktı. Zaten 4-0 da yenildiler. Ama yenilgiden sonra fazla kafayı buna bozmamış olmalılar ki sabahlara kadar sokaklarda eğlenmeyi sürdürdüler. Fazla sayıda Alman erkek gelmesi nedeniyle sanırım sokaklarda hayat kadını sayısı biraz arttı. Bu hadise beni gerse de sağ salim İtalya’ya dönmeyi başardım.

Uzun lafın kısası, ben bu şehri çok sevdim. Sıkıcı bir düzeni yok ama insnanın sınırlarını zorlayan bir karmaşası da yok. Ulaşımı kolay, insanı güzel, denizi var, standartları yüksek,fiyatları çok pahalı değil,müzik var,resim var. Şans verilse düşünemden burada yaşamayı kabul ederim.


Saturday, April 4, 2009

Faşizm

Ben bir kaç yazıda bahsetmiştim, İtalya dışarıdan göründüğü kadar romantik değil vurgusu yapmaya başlamıştım. Bir arkadaşım (Sağol Göker) bir link yollamış.Bir ayalette "Göçmenlere ayrı otobüs"uygulaması başlamış. Ah, ekonomik kriz, nelere kadirsin?

LINK

Wednesday, April 1, 2009

Hareket-i Arz

Yeni bir döneme başladık, belki de son öğretim dönemi hayatımın. Ama kim bilir? Daha derslere de tam adapte olamadım. Okula gidiyorum ama arkadaşlarla muhabbete, kahve içmeye. İşte yine aylak bir şekilde ben okulda kahve içerken deprem çalışan birisi Kolombiyalı birisi İtalyan 2 arkadaşım koşarak yanıma geldi. “Hayırdır gençler, siz Latin orijinli adamlarsınız, nedir bu telaş?” diyerekten karşıladım kendilerini. Yüzüme bakıp söylemek istemedikleri bir şey varmış gibi birbirlerine baktılar. Elimle bizim kültürde nefis (yemekler için daha çok) anlamına gelen, 5 parmağın uçlarının birleştirilerek sallanması hareketini yaptım. Bu hareket İtalyan el hareketleri dilinde hiç dolandırmayacağım “Ne sikim yapıyosun?” (che cazzo fai) anlamına gelmekte. Arkadaşlar ben üsteleyince konuya girdiler: “O İstanbul şehrini nasıl oraya yaptınız?” diye sordular. Ben de bizim yapmadığımızı, Yunanlılar’ın yaptığını sonra da bizim Romalılar’dan aldığımızı anlattım. Meğer gelmek istenen nokta depremmiş. Hocaları (İtalyan bir deprem profesörü) bir kitap basmış ve bunlar da bu kitabı edinmişler. Ben tam “Allah büyük, gençler, siz dert etmeyin” diyerekten rezilliğimizi bertaraf etmeye hazırlanıyordum ki kitabın yarısı Türkiye’yi incelemiş. Açtılar bana gösterdiler. Kuzey Anadolu fay hattında şu ana kadar olan depremleri tarihlerine göre koymuşlar. Hat boyunca kırılmayan tek yer İstanbul’un tam altı!!! Kitabı elime aldım, olayın bir Avrupa oyunu olmasından korktum. Kitabı bir gece ödünç istedim ve içerisinde ürkütücü şeylere rastladım.

Olması an meselesi olan bu depremden bu kadar ayrıntılı bahsedilen bir şey ben daha önce görmemiştim. Ayrıca içerisinde şu satırlar gözümden kaçmadı “Nüfusu ve kentleşme düzeni dikkate alındığında dünyadaki en savunmasız (vulnerable) şehir” Açıkçası kitabı okudukça biraz korkmaya başladım. Çünkü biliyorum ki İstanbul için alınan önlemler şu an inanılmaz derecede yetersiz. Yine geçen seçim sürecinde bu şehrin 1. sıradaki sorunu olmasına rağmen konu asla oraya gelmeden seçim bitti gitti. Geçen pazar oy verenlerin ve hatta vermeyenlerin bir kısmının cidden öleceği düşünüldüğünde konuya bu derece duyarsızlık hakikaten ilginç. Keşke birileri de “deprem açılımı” yapabilseydi. Konuya biraz da tarihi açıdan bakmakta yarar var. Tarih konusundaki tüm bilgiyi Murat Bardakçı’dan alıyorum.

Net kayıtlara bakıldığında İstanbul’da 1263, 1509 ve 1766 tarihlerinde çok büyük depremler olmuş. Yani istatistik bize 250 yılda bir tekrarlanan bir döngüden bahsediyor ve sıradaki depremin İstatistiki olarak olması en muhtemel yıl olarak 2013 gösteriliyor. (Tabi ki 5 yıl öncesi ve sonrası da potada)

Kayıtlara geçen ilk deprem 1263’de olmuş ve bize yaramış. Bizim kitaplarda okuduğumuz Bizans ordusu çok içki iştiği için düşmanı gafil avlayıp kolayca Rumeli’ye geçişimiz külliyen yalanmış. Meğer adamların savunma sistemi yani kale duvarları bu büyük deprem nedeniyle büyük hasara uğramış. Sonrası malüm!

1509 depremi de Türkler İstanbul’u aldıktan sonra gerçekleşen ilk büyük deprem. Tahminler Rihter ölçeği ile 8 şiddetinde olduğu yönünde. Sarsıntılar azalarak ve aralıkları artarak da olsa 18 gün kadar sürmüş. O günkü 400000 nüfuslu İstanbul’da 13000 (3%) kişi yaşamını yitirmiş. Şehirde ciddi yarıklar oluşmuş ve bu tarihten sonra ahşap binalar popülerleşmiş her ne kadar yangın riski taşısalar da. Padişah Edirne’ye çekilmiş. Aynı olay bir sonraki depremde de tekrarlanmış. Şehir ne zaman büyük deprem görse, Padişahlarımız soluğu Edirne’de almış.

Hakkında daha çok bilgimiz olan bir başka deprem de 1766 depremi. Fatih cami gibi bazı büyük yapılar tamamen yıkılmış. Bugünkü yapı tekrar inşa edilmiş hali imiş. Bu depremde can kaybı 1.5 % ve daha az. Bunu da o günün bir bayram sabahı olmasına ve insanların sokaklarda olmasına bağlayabiliriz. Bu depremden önce 1754’de Kocaeli’de büyük bir deprem olduğu da bilinmekte. Bu da bizim 1999’a sanırım denk düşer. Çünkü İstanbul’un altındaki yırtılma genelde İzmit tarafından geliyor ve arada geçen 10 yılda tekrar şarj edip İstanbul’u vuruyor. Bütün bu depremler öncesinde Kocaeli civarındaki büyük deprem kayıtlarına rastlamak mümkün.

Yine de Osmanlı dönemin şartlarına göre olaya çok duyarsız kalmamış. Atina’daki rasathanelerden bilim adamları getirtip inceletmişler, depremi anlamak için su kuyuları açmışlar ama tabi ki anlayamamışlar.

Yani durum aslında bu kadar net. Tarihin tekerrürden ibaret olan tek yanı sanırım sosyal boyutu değil, doğal olaylar da bazen tekerrür edebiliyor. Tabi ki bu tekerrüre biraz daha yakından bakınca yine insanların öleceğini, yine çok değerli yapıların yıkılacağını ve yine padişahların Edirne’ye kaçacağını görmemek olmaz. Şimdi bir de başımıza sanayimizi kaybetme tehlikesi de eklendi. Allah muhafaza biz nasıl çıkıverdiysek Rum’un toprağına bir deprem sonrası, eloğlu da çıkıp gelmesin sonra kapımıza. Sonra da kitaplarına yazarlar “Sarhoş Türkler çok içince az bir kuvvetle şehri aldık” diye. Böyle bunları düşünürken feci sinir biriktirmişim. Ertesi gün çocuklara kitabı verirken ne olur ne olmaz diye Yunan’a azcık küfür salladım. Kendimi rahatlattım.

Şimdi bu yazıyı İstanbul’da yaşayıp okuyanlar varsa umarım biraz düşünürler. En azından ev arkadaşınızla,ailenizle eğer bu hadise yaşanırsa nerede buluşacağınızı kararlaştırırsınız sayemde. Çünkü emin olun ki o anda telefon hatları çalışmayacak. O karmaşada en azından buluşacak bir yeriniz olsun. Bir de bu yeri seçerken dikkatli olun. Mesela Süleymaniye cami sıradaki depremde çok büyük olasılıkla yıkılacak, ayrıca Dolmabahçe sarayı da her ne kadar desteklenmiş olsa da yine büyük olasılıkla boğaza doğru kayacak ve arkasındaki doldurulmuş o güzel ağaçlı yol da orada olmayacak.

O zaman acı bir şekilde istisnasız her İstanbul’lu ve ufak istisnalarla tüm Türkiye anlayacak : “Kabahat senin demeye dilim varmıyor ama kabahatin çoğu senin kardeşim” ne demek.

Evet, 29 Mart’ta İstanbul seçimini yaptı!

1766 Depremi Sonrasında Ermeni bir vatandaşın yazdığı şiir:

1766 Zelzelesi Destanı

Hey ağalar size tarif edeyim,

Bir zalim titreme çekti İstanbul.

Ortalığı yıkıp berbat eyledi,

Çalkalanıp durdu İstanbul.

Günahlar zeminden ta arşa çıktı,

Cenab-ı Allah’ın gönlünü yıktı.

Bir nazar eyledi,hışımla kalktı,

Dörtte biri viran oldu İstanbul’un.

Beş vaktini kılan camiler,

Hakka ezan okunan minareler,

Yıkıldı çok hanlar,

Hesapsız evler,

Feryat figanla doldu İstanbul

X X X X X X

Çarşılar kapandı,evler boşandı,

Meydanlar hep çadır ile döşendi,

Herkes nasıl suçu varmış düşündü,

Kemgözler kaygıya daldı İstanbul.

1072 millet yolundan şaştı,

Yer titredi mizanı bozdu,

Nice binaların temeli kaldı,

Kimini yarıya böldü İstanbul

Minas Ceranyan